Yunus Emre’nin hayatı hakkında bildiklerimiz son derece sınırlı, bu konuda bilgi ve belge yok denecek kadar azdır. Kendi eserlerinden çıkartılabilen bazı bilgiler, çoğu menkıbevi kaynaklara ait kimi anlatılar ve kimi kaynaklarda rastlanan birkaç bilgi kırıntısı onun hayatı hakkındaki bilgilerimizin esasını oluşturur.
En temel bilgimiz ise 13. yüzyılın ikinci yarısı ile 14. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşamış olduğudur. Yunus Emre’nin doğduğu yıl, Anadolu Selçuklu hanedanı için de sonun başlangıcına denk geliyordu. Azerbaycan’ı, İran ve Irak’ı işgal etmiş olan Moğollar, yönlerini Anadolu’ya dönmüş, buralardaki zenginlikleri ele geçirmek için fırsat kolluyorlardı. Batı’ya doğru gelişen Moğol istilasının ilk önemli etkisi kimi önemli mutasavvıf, bilim adamı ve sanatçıların; sonraları ise geniş Türkmen kitlelerinin Anadolu’ya göçü olmuştur. Mevlana Celaleddin-i Rûmî’nin babası Bahaeddin Veled, bu aydınların en meşhurlarından idi. Bu aydın göçü Konya, Kayseri gibi merkezlerdeki bilim ve sanat dünyasını hareketlendiriyor, geliştiriyor; bu arada pekçok farklı din ve tasavvuf yorumu da Anadolu’da kendisine temsilci buluyordu.
Kimi kaynaklarda ümmi, yani okul eğitimi görmemiş bir kimse olarak zikredilse de onun belli bir eğitimden geçtiğini kabul etmek gerekir. “Ne elif okudum ne cim” gibi ifadelerinden ümmi olduğu çıkarılabilse de bu sadece Hz. Muhammed’in ümmiliğine duyulan saygı ve zahiri bilgiye iltifat etmemenin bir yolu olarak kabul edilebilir. “Mescid ü medresede çok ibâdet eyledim” gibi ifadelerinden belli bir seviyede tahsil gördüğü kabul edilmektedir. F. Kadri Timurtaş Yunus Emre’nin tahsilini “büyük bir ihtimalle Konya’da yapmış olduğunu” ifade etmektedir. Mevlana ile ilgili bazı ifadelerinden onunla görüştüğü, sohbetinde ve sema meclisinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Mevlana vefat ettiğinde (1273), otuz iki - otuz üç yaşlarında idi.
Yunus Emre, bir derviş olarak Anadolu’nun doğusuna, İran ve Azerbaycan’a yolculuklar yapmıştır. Kayseri, Sivas, Maraş, Nahçıvan, Tebriz, Şiraz, Şam gibi kültür merkezlerine gitmiş, buralarda tasavvufi fikirlerini yaymaya çalışmıştır.
Yunus Emre’nin evlenip evlenmediğini, çocuklarının olup olmadığına dair de açık belgeler yoktur. Bir şiirinde geçen “Bunda dahı verdin bize oğul u kız çift ü helâl” ifadelerinden onun evlendiği ve oğullarının, kızlarının olduğu sonucu çıkarılabilir.
Yunus Emre, şeyhinin Tapduk Emre olduğunu kimi şiirlerinde ifade etmiştir. “Tapduk’un tapusında kul olduk kapusında” vb. pekçok mısralarından bu anlaşılmaktadır; bir şiirinde de kendisini “Taptuklu Yunus” olarak tanımlamıştır. A. Gölpınarlı, “Yûnus’a Tapduğ u Saltuğ ve Barak’tandır nasîb” mısraından yola çıkarak onun tarikat silsilesinin Taptuk Emre, Barak Baba, Sarı Saltuk şeklinde olduğunu, Sarı Saltuk’un da Seyyid Mahmûd Hayrânî’nin halifesi olduğunu, bu zatın ise Mevlana’ya mensup olup böylece Yunus Emre’nin silsilesinin Mevlânâ’ya kadar uzandığını ifade eder.[4] Yûnus Emre Divanı’nın birkaç yerde Mevlana hakkında saygı ifade eden sözler geçmektedir.
Bazı görüşlere göre Yunus Emre’nin yolu Hacı Bektaş-ı Veli’ye dayanmaktadır. Bu görüşlerin dayandığı kaynaklar, Taptuk Emre’yi Hacı Bektaş-ı Veli’nin halifesi olarak gösterirler. Bektaşi menkıbelerine göre, Hacı Bektaş Anadolu’ya geldiğinde buradaki büyük zatlar arasında Emre adlı birisi de vardır. Bütün Rum erenleri Hacı Bektaş’ın davetine uyup ziyaretine gittikleri halde Emre gitmez. Hacı Bektaş, Emre’yi başka bir yolla çağırıp gelmemesindeki hikmeti sorar. Emre, bir erenler meclisinde kendisine perde arkasından çıkan bir elin nasib verdiğini, o mecliste Hacı Bektaş adlı bir kimse görmediğini söyler. Bunun üzerine Hacı Bektaş o elin bir işareti olup olmadığını sorar. Emre ise elin ayasında yeşil bir ben gördüğünü söyler. Hacı Bektaş elini uzatır. Hacı Bektaş’ın avusundaki yeşil beni görüp şaşıran Emre, üç kere, “Taptuk padişahım!” der. O günden sonra adı Taptuk Emre olur.
Yunus Emre’nin eserlerinde ise Hacı Bektaş-ı Veli’nin adı hiç geçmez. Ancak Yunus’un din ve tasavvuf anlayışı ile Hacı Bektaş-ı Veli’nin Makalât’ındaki ve daha sonraki Bektaşî tarikatindeki anlayış arasında önemli paralellikler vardır. Hacı Bektaş-ı Veli’nin anlayışının da önemli ölçüde Ahmed Yesevî’nin anlayışına dayandığı göz önünde bulundurulduğunda, Yunus’un da bu kaynağa bağlanması, en azından aralarındaki kuvvetli etkinin ortaya konulması gerekmektedir.
Yunus Emre’nin mezarının nerede olduğu da tartışmalı bir konudur. Miladi takvime göre 1320-21 yılında ve seksen yaşlarında öldüğü biliniyor, ancak mezarı konusunda farklı bilgiler vardır. Anadolu’nun muhtelif yerlerinde ona yakın Yunus Emre’ye ait olduğu öne sürülen mezar vardır : Sivrihisar (Sarıköy), Karaman, Ortaköy, Bursa, Kula, Erzurum, Keçiborlu, Sandıklı, Ünye ve Sivas’ta bulunan bu mezarların hangisinin eserlerini konu ettiğimiz Yunus Emre’ye ait olduğu bilinmiyor. Bu konuda birçok tartışmalar yapılmıştır; ancak hem birden fazla Yunus’un olması, hem de çok sevilen kimi zatlar için gerçekte mezar olmayan “makam”ların ihdas edilmesinin sıkça görülen bir uygulama olması bu durumu açıklayabilir. Gönüllerde yaşamayı hedefleyen, ölümü önemsemeyen, “Ölen hayvan-durur âşıklar ölmez” diyerek ölümsüzlüğünü ilan eden bir sûfiye mezar aramak da beyhûde bir uğraştır. . Yazımızda bir kusurumuz oldu ise af ola değerli dostlar. Güzel günler sizin ve sevdiklerinin olması dileği ile bir sonraki yazımızda kavuşana dek Allah’a emanet olun. Esen kalın hoş ça kalın Sağlıklı kalın.

Editör: Haber Merkezi