Yere düşen un tanesinin ağırlığında yazıyorum.
Suya sabuna dokunmadan.
Yılana deri atması gibi bir değişim sancısı var.
Eskilerin eskimeden dipsiz sandıklara atmak cabası…
Çok edebi olmak gerekli değil tüm bu edepsizliklere…
Lakin dil dişin ağrıyan yerine değmek gibi bir alışkanlığı var.
Mızrak kınına koymaya çalıştığımız kürdanlar var.
Bulunduğu yeri hak etmeyenler…
Kendisini olduğunda büyük göstermeye çalışanlar.
Olmuyor işte.
Bazen o kadar güzel olmuyor ki ne güzel olmuyor diyebiliyoruz.
Fazlaca alışkanlıklarımız var.
İyi alışkanlıklarımız…
Kötü alışkanlıklarımız…
Vazgeçemediklerimiz.
Vazgeçilmez zannettiklerimiz…
Görmezden geldiğimiz yok…
Gözükmüyor bazı şeyleri…
Flu baktığımızdan değil, gözyaşlarımızın bir türlü dinmeyişinden…
Hiç değişmeyecek gibi hareket edenler, bir bakıma hiç ölmeyecek gibi yaşıyorlar.
Oysa bir karış toprağın altında 2 metrelik bir kumaş ve görünmeyen bir defterle aramızdan ayrılıyorlar.
Bu defter dünyada ki hatıralarımızı yazdığımız defter değil…
Amel defteri…
Peki senin için bu defter ne yazacak.
Nasıl yazılacak.
Senin yazdığın defterde kendi adına ne kadar güzel şey yazılacak.
Sende değil bu defterin kalemi, lakin sen yazarsın bu defteri…
Mızrak kınına koymaya çalıştığımız kürdanlar var.
Bazen devletin en yüksek sırça köşklerinde…
Bazen vilayetin çeşmelerinde…
Büyütmeyin gözünüzde.
Zaman yakın mıdır uzak mıdır bilinmez…
Karun’a kalmayan dünya onlara da kalmayacaktır.
Ben dedim diye değil hidayet bu olduğu için…